Zaman

Sahi neydi zaman?

Dünyanın oluşumundan bu yana bir sürü mahluk ve mahlukatlar yer aldı zamanda. Milyonlarca insan yaşadı ve sonunda dönmek zorunda olduğu yere dönüş yaptı.

Kimi zaman yoksullukla mücadele eden insanlar, kimi zaman varlık içinde yokluk çekenler. Kiminin yaşadığı kiminin hayaliydi belki de. Peki zaman en değerli hazine ise nasıl harcıyoruz?

Sohbet ve muhabbetle mi? Sosyal ağlarda gezerek mi? Kahvede domino taşı dizerek mi? Kitap okuyarak mı? Severek mi? Sevilerek mi? Gezerek mi? Yaşamak için çalışarak mı?…

Binlerce yıllık evrende denk geldiğimiz zaman diliminde, öylesine garip ki yaşam… Doğanın kanunları hala devam ediyor belki de. Güçlü güçsüzü ezerek daha da güçlenmekte. Fakir zaten fakir, zengin hep zengin.

Yada “bu da geçsin bak nasıl mutlu olacağım” sözleriyle mi harcıyoruz yoksa zamanı? Hep bir hedefe ulaşmak için belki de. Anı yaşamak yerine ertelemeyi tercih ediyoruz.

Sor bakalım kendine, nereye kadar bu şekilde gideceksin? İstediğin yerde misin yoksa hala hedeflerini mi beklemektesin? Bu yaşına kadar nasıl tükettin hayatını?

Bazen deli gibi sevdin, özledin, kıpır kıpırdı için. Kendi kabına sığmadın.  Bazen ağladın umarsızca, bir çocuk çaresizliğinde. Ama en az o çocuk kalbi kadar temiz kalbinle. Bazen heyecanlandın, istediğin, değerli olan bir şey için çaba harcadın ve o saniyeler, dakikalar yükseltti kalp ritmini defalarca. Bazen pişmanlık duydun, kimseye söylemedin içinde biriktirdiklerini.

Düşününce geçmişini ilk aklına gelenler ne mesela? Seni gülümseten mi yoksa hüzün içine çeken mi?  Peki ya zamanda yolculuk etme şansın olsaydı, bir hayal et,  hangi zaman dilimini seçerdin?

Ben düşününce hep çocukluğum gelir aklıma. Altın çağda yaşamış doksanlı yıllar. Geçmiş ve geleceğin kesiştiği zamanlar…

Hani okula giderdin ya severek, aile gibi gördüğün arkadaşlarınla zaman geçirerek. Okulun bahçesinde dünya kupası, dokuz aylık, yağlı kayış, simit oynayarak geçen zamanlar. Mahalle maçlarında seyirci olarak kenarda heyecanla beklerken bir zaman sonra senin de dahil olmanın verdiği mutluluk zamanları… Acıkınca “anne salçalı ekmek” diye bağırman mahallenin bir ucundan. Yara denince en fazla düşüp bir yerimizin acımasıydı.  Ama o yara iyileşirken kabuk bağladığında o kabuğu soymak kadar keyifliydi zaman. Taso vardı mesela. Hani tasom olsun diye defalarca aldığımız cipslerin içinden çıkan. Misty’si olan kraldı mesela. Çünkü zor bulunurdu. Misketlerim vardı. Kemik, Porselen… Yensem de yenilsem de oyun devam etsin isterdim. Çünkü mutluydum, amaç birilerini yenmek yada yenilmek değildi. Zamanda keyif almaktı. Öyle akülü arabam falan yoktu, bilyelelerden yapılmış kayaklar vardı. Bayır aşağı kralsın ama tekrar denemek için çıkana kadar yorulduğumuz. Atarim vardı, kasetlerini 1 lira karşılığı değiştirip tekrar tekrar oynadığım. Street Fighter, Tekken, Mario, Sonic, Punisher… Güzel zamanlardı vesselam.

Yukarıda yazılan çocukluk anılarımdan teknolojik çağa geçerken heyecanlıydım. Filmli ve 36 poz fotoğraf makinesinden digital fotoğraf makinesine geçmiştim mesela. 3.2 Mp. Yok artık, çektiğin fotoğrafı anında görüyorsun falan. Polifonik melodilerden bestekar olan arkadaşlarım vardı mesela. Duyduğu bir ezgiyi telefon melodisi yapma. Sonra bilgisayar oyunları… Counter Strike, Red Alert, Age of Empires, Need For Speed… 99 depremi sonrası arkadaşlarımla internet kafeye girip counter oynadığımız zamanlar. Sokakta oynayan birisinin sanal oyunlara geçiş zamanları.

Şimdilerde karakter analizi yapmak öylesine zor olmuş ki. İnsanları tanımak, kim kimdir bilemiyorsun bile. Güvenmeyi saymıyorum artık. Öylesine menfaat düşkünü olmuşuz ki…Bir mevkidir gidiyor.

Her tip insan var bu zamanda, kimi madde kullanır, kimi çocuğunu düşünür, kimi ailesine bakar, kimi işten kafasını kaldıramaz, kimi boş boş gezer, kimi bulduğu ekmeğe şükreder, kimi oturup haline ağlar, kimi elindeki güçle tehdit eder, kimi almak istediği çantanın hayalini kurar, kimi pes’de 5 atmayı hedefler, kimi atanmak ister, kimi okumak ister…

Ama öyle yada böyle geçiyor zaman. İster ağla, ister gül geçiyor. Hemde öylesine hızlı ki, az evvel çocukluğumu anlatırken bu zamana nasıl geldiğimi anlayamayacak kadar hızlı geçiyor. Hani derler ya göz açıp kapatıncaya kadar diye. Hah işte aynen öyle geçiyor.

Şimdi şu soruyu sor kendine, “Peki şu an nasıl geçiyor?”